Berlinale baskıcı ve kendini fazla ciddiye alıyor, tıpkı Berlin gibi

Aslıhan2312

Co-Admin
“Cennete Giriş” 1987IMBD


Berlin’de her şey bir fon, her köşe, her sokak, her kavşak sessizce hikayesini anlatıyor. Arşivlerde ve hatta bazen metro istasyonlarının duvarlarında artık var olmayan bir şehrin görüntülerini görüyoruz. 19. yüzyılda, arabaların geçtiği bir şehir ve kendini beğenmiş Prusyalıların hemen ardından Brandenburg’un çürümesi. 20. yüzyılda dans, ardından Hitler, ardından ikilik. Anlatacak çok şey, keşfedilecek çok şey var.


Berlinale şu anda Berlin’deyken, film yapımcıları Potsdamer Platz’da, partiler dışında veya Netflix’te buluştuğunda, Berlin’deki her bir bölgenin anlatısal başarısı benim için yeniden netleşiyor. Berlinale ayısını metroda çantaların üzerinde ya da afişlerde gördüğümde bu şehrin hikayeleri aklıma geliyor.


Yalnızca “Babil Berlin”de değil, yalnızca “Weissensee”de ya da “Başkalarının Yaşamları”nda da değil, hayır, bu şehir o kadar çok hikâye anlatıyor ki. Batıda Didi Hallervorden, Christiane F.’nin kendisinden ve bildiğini sandığı dünyadan vazgeçtiği Kudamm boyunca paten kayarken, doğuda kişinin ateşli bir rüyadan uyanmadan hemen önce yaşadığı duygu anlatıldı.


Yeni bir apartmanda modern yaşamdan bahseden “Auszug ins Paradies” (Cennete Çıkış) filminde Kurt Böwe. 1983 yapımı bir Defa filmi olan “Island of Swans”ta Sven Martinek’in Bully rolünde oynadığı bir filmi hatırlıyorum. Bir başyapıt. Bana bu şehri hissettiren bir film. Ailemin gençliği yaşadı. “American Showdown” da Alexander Scheer, bu şehrin 2000’li yıllarından kısa filmler. Hala her şey mümkündü ama çoğu Berlinli için artık çok geçti. Lola Run, daha da önce, 90’larda, moloz ve macera oyun alanları üzerine inşa edilmiş bir şehir.


Şehrin en çirkin yerinde bir festival



Her on yılda bir bu şehirde filmleri vardır. Film var olduğu sürece, Berlin ölümsüz olmuştur. Çünkü her on yılda bir tekrar tekrar izleyebiliriz.


Tabii ki Christiane F. için çok gencim, Didi Hallervorden zaten öyleydi. Boomer Cringedaha gerçekleşmeden patlayanlar Ve utandırıcı verilmiş. Nihayetinde Doğu Almanya, anılarımda bir temel değil, sadece bir soluktur.


Ama bu şehirden, benim şehrimden anlatılan tüm bu filmler burayı bana canlı gösteriyor. Defa ve Didi sayesinde sadece hikayelerden bildiğim zamanlara seyahat edebiliyorum.


Berlin’deki Berlinale boş ve genellikle soğuk bir buluşma olabilir. Şehrin en çirkin yeri olan Potsdamer Platz’da yapılıyor olabilir ama aynı zamanda Berlin ruhuna uygun bir festival.


Kibirlidir, genellikle kendini fazla ciddiye alır ve yine de ziyaretçiler için eğlencelidir. Bilet almak için alışveriş merkezlerinde sıra beklemekten keyif aldılar. Bu artık mümkün değil, biletler yalnızca çevrimiçi olarak alınabiliyor. Partilerde parıldayan gözlerle ve bu rol için tek doğru kişinin kendileri olduğuna inanarak izleyebildiğim oyuncular. Umut vardır, orada geçmiş hayal kırıklıkları unutulur. Tıpkı Berlin gibi. Her zaman umut; Geçmişten gelen hayal kırıklıkları: unutulmuş.


Grill Royal’de Berlin için etkinlik gastronomisi



Keten peçete sunan restoranlarda masalarda filmlik kumaşlar için pazarlıklar. Grill Royal’de masa ayırtmanın heyecanı. Berlin’i deneyim gastronomisine başarıyla çeviren Friedrichstraße’deki bu restoran. Bütün bunlar bu şehir, bu festival, bütün bunlar aklıma geldikçe afişleri görüyorum.


Ve kendime soruyorum: Gelecekte bu şehir hakkında hangi hikayeleri anlatmak istiyoruz? Friedrichshain’i, Kreuzberg’i, Berlinlilerin hayallerini ve korkularını anlamak için çocuklarım ve onların çocukları hangi filmleri izlemeli? Umarım bu filmler de bu şehrin ahşap göbeğinde planlanıyordur. Bir noktada satılacak ve filme alınacak.


Berlinale açılış filmi

Berlinale açılış filmi “She Came to Me”: Motoru aşkla çalışıyor

Ama şimdiki zamanın hikayeleri nelerdir? Hakenfelde’den belediye başkanlığı hırsı olan bu sigorta satıcısı mı? Varşova’daki Amazon Kulesi mi, Revaler’deki kat mülkiyeti mi? Günümüzün önemli olduğunu düşündüğümüz hikayeleri nelerdir? Şehir, başka herhangi bir şeye benzediği için artık hikaye anlatamaz hale geldiğinde ne olur? Bu Berlin’de olabilir mi?


Grünberger Strasse’de yürürken, burada, son restore edilmemiş binalarda “Başkalarının Hayatı” filminin çekildiğini soruyorum kendime. Boxhagener Platz’da duruyorum ve Torsten Schulz’un filme alınmış romanını düşünüyorum. Yirmi yıl önce burada Friedrichshain’deki evlerin çatılarında başlayan kendi yetişkin hikayemi düşünüyorum. Kitaplarda, köşe yazılarında, belgesellerde, podcast’lerde Berlin’i anlatma arzusu burada, bu şehirde ortaya çıktı. Anlatacak o kadar çok şey var ki, biz sakinlerin dinlemesi gerekiyor.